Bir düşünün… Çevreniz insanlarla dolu, hayatınızda sayısız yüz, her birinin ardında bambaşka hikâyeler. Kalabalık bir sofrada oturuyorsunuz, konuşmalar yankılanıyor, kahkahalar yükseliyor. Ama bir an geliyor, kulağınızda yankılanan sesler silikleşiyor, bir boşluk içine çekiliyorsunuz. O an, kalabalığın tam ortasında yalnız olduğunuzu fark ediyorsunuz. İşte bu his, Türk Dil Kurumu'nun "yılın kelimesi" olarak seçilen kalabalık yalnızlık.
Kalabalık yalnızlık, çağımızın en sessiz çığlığı. O kadar ironik ki; yılın kelimesi bile iki kelime içinde yalnızlık!
Bu seçim, sadece bir kurulun kararı değil; bizlerin, hepimizin sesi. TDK seçmemiş bu kelimeyi, insanlar oylamış, ortak dertlerini bu iki kelimede bulmuş. Oylamada "yapay zeka", "algoritma" gibi modern çağın sıkça konuşulan terimleri de vardı. Oysa "kalabalık yalnızlık" kazandı. Düşünsenize, yapay zeka gibi geleceği şekillendirecek bir kavram bile, bugünkü duygusal yükümüzün altında kaybolmuş. Belki de bu, ne kadar duygusal bir millet olduğumuzun, hislerimizi ne kadar derin yaşadığımızın bir kanıtı. Yılın kelimesi olarak seçilmesi boşuna değil. Kalabalık yalnızlık, bizi yeniden düşünmeye, hissetmeye davet ediyor.
Hepimizin "derdinin" TDK tarafından tescillenmiş olması garip değil mi? Bu kadar çoksak, neden bu kadar yalnızız? Bu sorunun cevabını, Kafka yıllar önce fısıldamış: “Benim yalnızlığım insanlarla dolu.” İşte tam da bu yüzden, bu kelime hepimizin aynası oldu. Belki de içimizde birikmiş ama dile gelmeyen duygularımızı iki sözcükle anlatan bu ifade, modern çağın en büyük çelişkisini yansıtıyor. Modern zamanların ironik keşfi bu. İnsan, tarih boyunca yalnız kalmaktan korkmuş. Mağara duvarlarına kazıdığı resimlerle sesini duyurmuş, meydanlarda destanlar anlatmış, mahalle kahvelerinde hikâyeler paylaşmış. Ama şimdi? Birbirimize bu kadar yakınken bu denli uzak olmak nasıl mümkün?
İletişimin çok, paylaşmanın az olduğu bir yıl… Cep telefonlarımız elimizde, sosyal medyada binlerce "arkadaşımız" var. Ama bir dostun yüzüne bakıp, içimizi dökecek cesareti bulamıyoruz. Dünyanın en kalabalık yalnızlarıyız. “Benim mısralarımı çare bilenler bilsinler” derken, aslında yalnızlığımızı kimsenin anlamadığını haykırıyoruz. Bu kelime, içinde yaşadığımız çağın çelişkilerini yansıtan güçlü bir aynadır. İletişimin çok, paylaşmanın az olduğu bir yıl... İnsanlar sürekli konuşuyor, mesajlaşıyor, yorumlar yapıyor ama kimse derin bir bağ kurmuyor. Sohbetler yüzeysel, dostluklar sanal, duygular sahte. Bu kadar yakınken bu kadar uzak olmayı nasıl başardık?
"İletişim kurmak" ile "paylaşmak" arasında ince ama derin bir fark var. İnsanlar birbirine mesaj yazıyor, sesli notlar gönderiyor ama kaç kişi yüreğindekini açıkça paylaşabiliyor? Kaçımız derdimizi anlatacak bir dost bulabiliyoruz? Aslında, iletişim kurmak sadece kelimeleri aktarmak değil, ruhları birleştirmek demektir. Ve ne yazık ki, bunu unuttuk.
Bu kadar "çok"ken neden yalnız hissediyoruz? Belki cevap, kendimizle kurduğumuz bağda gizli. Gerçekten hissettiklerimizi anlamadan, diğerleriyle nasıl bağ kurabiliriz? Belki de önce kendimize dönmeli, sonra başkalarına el uzatmalıyız. TDK'nın seçimi değil, hepimizin seçimi olan bu kelime, bir çağrıdır.
Bir an durup düşünelim: Neden Kafka'nın yalnızlığı bize bu kadar tanıdık geliyor? Neden bir kelime bu kadar derinimize işliyor? Belki de bu iki kelime, bizlere, modern çağın koşuşturmacasında kaybolduğumuzu hatırlatıyor. Ve belki de, bir çıkış yolu sunuyor: Daha az iletişim, daha çok paylaşım. Daha az kalabalık, daha çok dostluk.
Haydi, bu kelimenin çağrısına kulak verelim. Çünkü yalnızlığımız, kalabalık olmaktan daha gerçek. Ve bu yalnızlığı aşmanın yolu, önce birbirimize dokunmaktan geçiyor.
Benim için mi; sahte olan hiçbir şeyi bünyem kabul etmediğinden/edemediğinden; sahte kalabalıklardansa, yalnızlık daha gerçek…