İnsan ve canlı yaşamının temel ihtiyacı, sorumsuz ve bilinçsizce, hoyratça tükettiğimiz “Olmazsa olmazımız, yaşam kaynağımız su” demiştim bir önceki yazımda.

Su stresi ve suyun yaşamımızdaki önemini anlatan, konuyu araştıran toplantı ve etkinlikleri izleyen, konu ile ilgili gelişmeleri takip eden, takip etmeye devam eden birisiyim. Bu, konu benim hem ilgi alanım, hem de konuyu araştırmak ülkem için bir vatandaşlık görevim. 

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi’nin 22 Mart’taki Dünya Su Günü nedeniyle yayınlamış olduğu su raporuna dayanarak diyorum ki;

Ülkemizin yıllık tüketilebilir su potansiyeli 112 milyar metreküp ve bu miktar bize kişi başına tüketilebilir su potansiyelimizin 1313 metreküp olduğunu, yani “Su stresi” yaşayan bir ülke olduğumuz gerçeğini gösteriyor, mevcut durumu yansıtıyor. Ayrıca devamla bu hızla yol almaya devam ettiğimiz taktirde 2030 yılında bu değerin 1000 metreküp olacağı, bu rakamların bize verdiği ipuçları da, 2030 yılına geldiğimizde su fakiri ülkeler sınıfına dahil olacağımıza dair öngörüyü gösteriyor.

Küresel iklim krizi ve buna bağlı olarak yaşanan ve devam etmekte olan süreçte yaşanabilecek değişikliklere ilişkin senaryoların bize verdiği ipuçları Türkiye’nin bu süreçten olumsuz anlamda etkilenmeye devam edeceğini, su tüketiminin yüzde 70’inin tarımsal, yüzde 20’sinin kentsel ve yüzde 10’unun endüstri alanında gerçekleştiği ülkemizde su kısıtımızın artarak süreklilik arz edeceğine işaret ediyor.

Raporu incelemeyi sürdürürken konu ile ilgili yapılan saptamalar bize gösteriyor ki, ülkemizde gerekli ve bir o kadar da kaçınılmaz olarak sürdürülen kalkınma öncelikli politikalar ve bu alanda yol açmak için yapılan mevzuat değişiklikleri, ormanlık alanlar, meralar, su havzaları ve öteki korumamız gereken alanlarda yapılaşma ve rant baskısını artırmakta, temiz ve yeterli suya ulaşamama durumu, sadece içme ve kullanma suyuna değil, gıda, tarım ve hayvancılık gibi sektörlerle temel yaşam kalitemizi de etkilemekte.

İklim değişikliği, yağış düzensizlikleri, kuraklık, iklim değişikliği sonucunda oluşan ve bizzat yaşadığımız küresel iklim krizi, benim de hakkında onlarca yazı yazdığım, yıllardır ısrarla dile getirdiğim yaşamsal, ancak bilinen bazı gerçekler ve zorunluluklara rağmen gerekli çalışmaların yapılmadığı ve yürürlükteki yönetim politikaları, kamu ve doğa yararı doğrultusunda koruma, kullanma ve planlama dengesinde yürütülmesi gerekirken, alınan karar ve uygulamaların tam tersinin yaratıldığı bir durum. 

Ülkemizde ilgili kamu idarelerinin yayınlayarak paylaştığı güncel kuraklık ve çölleşme haritaları, güncel veri ve öngörüler, yaşamakta olduğumuz meteorolojik olaylar bize, tüm kentlerimizde yaşamsal su yönetiminin ne kadar zor hale geldiği gerçeğini dayatmakta, kentlerimizde iklim değişikliği ve etkilerini değerlendiren “Dirençli kentler yaratmak!” kavramı ile kent yönetimi anlayışının düzenlenmesi, tarım, gıda, sanayi, enerji, turizm gibi sektörlere yönelik planlama ve değerlendirmelerde de su kısıtlılığının, mevcut ve olası etkilerinin de yapılacak değerlendirmelerin içerisinde olması gerektiği gerçeğini bize dayatmakta.

Sanayi kullanımı da düşünülerek, su varlığımız, en temel ihtiyaçlarımızı sağlayamayacak bir duruma gelmeden, acil önlemlerin alınması gerektiği kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımızda dururken, kentlerimizde sağlıklı ve temiz su gereksiniminin sağlanması, mevcut su kaynaklarının korunması, özellikle büyük kentlerde kullanılmış atık suların arıtılması, arıtılan bu suların geri kazanımı ve yeniden kullanımının sağlanması, hem tarımda hem sanayide su kullanımımıza yönelik yapılacak planlamaların iklim değişikliği, meteorolojik ve hidrolik faktörler, afet ve taşkın su yönetimi süreci ile birlikte bütünsel entegre yönetim modelini dikkate almak suretiyle bütün bunların planlara eklenerek değerlendirilmesi ve yönetilmesi yaşamsal bir zorunluluktur.

Bir sonraki yazımda konu ile ilgili veri ve raporları incelemeye, bunlardan çıkacak ve çıkardığım sonuçları, yapılması gerekenleri inceleyip önermeye devam edeceğim.