Önemli olan söylenen mi yoksa söyleyen ve söylenen arasındaki ilişki ile kurulan bağlamın genel ifadesi midir? Yani bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım insan mı diye atasözü işte...
Memlekette herkes Sinan Ateş hamisi, Sinan Ateş'in öldürülmesini aydınlatmaya çalışan iyilik timsali oldu. Büyük boylu medya kuruluşları yarınlar yokmuşçasına Sinan Ateş'in eşini, ablasını, bilimum akrabasını televizyonlara çıkarıyor, özel mi özel röportajlar yapıyor ve amiyane tabirle ekmeğine bakıyor. Sinan Ateş artık bir kişi olmaktan çok olgu haline geldi ve muhalifim diyen Sinan Ateş cinayetini aydınlatmak istiyor.
Gerçeği çarpıtmanın en kolay yolu, inanılabilir yalanları en basit haliyle söylemektir. En iyi yalan, en basit olandır ve ne kadar çok söylenirse o kadar gerçekliği kavrar. İşte son aylarda olan da sanki biraz bu... Camia içi hesaplaşma, infaz, vs. ne olursa olsun bir insanın vefatı hem siyasi malzeme hem medyatik malzeme haline geldi. Üstüne üstlük memleketin solcudan ekmek yiyenleri de bu hesabın peşinde. Bırakın her mahallenin bekçileri hesabını kendi görsün.
Yarı-cahil vatandaşı gaza getirebilen herkes video denilen teknolojinin işlediği her mecrada her konu hakkında vasat yorumlarını yapmaya devam ediyor. Dün aforoz edildiği kanattan öcünü almaya çalışanlar bugün kendini Atatürkçü olarak beyan edenlerin izlemekten bitap düştüğü kanallarda her akşam caka satıyor, ucuz ve günübirlik muhalefet yaparak izleyenlerini gaza getiriyor. Bir nevi neredeyse 100 yıl önce literatüre giren ve işlevsellik kazanan hab-eğlendirme yani info-teinment yeniden revaçta denilebilir. Kısacası toplumsal zeka düzeyi 100 yılda sadece gelişen teknolojiye pragmatik yönden yarım yamalak adapte olmuş ve yalnızca diyalektik açıdan ileri gitmiş. Hal böyle olunca izle-beğen ve talep et-izle arasındaki uçurum artıyor. 13 yıl önce 75 dakikaya çıkan Türk televizyon dizileri için protestolar düzenlenirken bugün 140 dakika normal hale geliyorsa izlediği şeyin kalitesi düşse de müşteri olma klasmanından ileri gidemeyen toplum, reality show haline gelen siyasi içerikli programlara da bir o kadar rağbet gösteriyor. Fırıldak gibi dönenler, siyasi çıkar uğruna kişiliğini satanlar, medyatik yüzü ve sözde muhalifliğiyle ahkam kesenler, içten içe doğruyu bilip 'aman ağzımızın tadı kaçmasın' demek için iktidarı destekleyenler ve körlemesine biideolojik partizanlar her akşam oturdukları yerden ağız diyaresi olduklarını milyonlara övüne övüne gösterebiliyorlar.
50 yıl önce Oğuz Atay, Türkiye'nin Ruhu'nu yazmaya niyetlendiğinde sırf o güzel iyi niyetinden bugüne kadar olabilecekleri ön görememişti. Bazen diyorum da, iyi ki yazamadı, gittiği o güzel yerden bugünleri görüp de yanıldım demedi.