Nicolas Cage’ye bir hayranlığım olduğu doğrudur. John Travolta ile birlikte oynadığı “Face to Face”  filimi benim için bir başyapıt niteliğindedir. Son olarak kendisinin 2022 yapımı “Butcher's Crossing” filmini izledim. Hala hayranıyım! Filmde insanların; doğayı, doğadaki canlıları nasıl hırsları için yok ettiklerini anlatıyordu. İnsanın ölümcül etkileri her zaman filmlere konu olmuştu, olmaya da devam edecekti. Aslında filmlerde izlediğimiz insanlığın gerçeği. Film, 19. Yüzyıl Amerika’sında bufalo avlarını anlatıyor. Avcılar, kısa vadeli kazanç için milyonlarca bufaloyu katleder ve bir türün yok oluşuna yol açar. Bu, insan hırsının doğayı nasıl tükettiğinin açık bir kanıtı. Bufaloların azalması, ekosistemi ve yerli halkları derinden etkiledi.

İnsanlık, doğayla ilişkisinde sıkça sınırları zorlar ve bu zorlamanın bedelini ağır öder. "Butcher's Crossing" filmi ve İstanbul depremi, bu gerçeğin iki çarpıcı örneği. Her ikisi de, insan eylemlerinin doğaya nasıl zarar verdiğini ve bu zararın bize nasıl döndüğünü gösteriyor.

Yakın zamanda yüreğimize korku salan İstanbul depremi geldi aklıma. Ama ya ondan öncesi…

1999 Marmara Depremi, İstanbul’da binlerce can aldı. Deprem doğaldı, ama kayıpların çoğu insan hatasından kaynaklandı: kaçak yapılar, kalitesiz inşaatlar ve plansız kentleşme. Doğanın gücünü hiçe saymak, felaketi büyüttü.

Peki ya korkularımızın geleceği?  Deprem sadece 1999 yılında kalmadı. Geçmiş, şu an ve gelecek…  

En son yaşadığımız İstanbul’da yaşanan deprem, hem şehrin deprem riskini hem de bu tür afetlere karşı hazırlık durumunu bir kez daha gözler önüne seren ciddi bir olaydı. 23 Nisan 2025 tarihinde, Marmara Denizi’nde Silivri açıklarında saat 12.49’da meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki deprem, İstanbul’un yanı sıra Tekirdağ, Yalova, Bursa ve Balıkesir gibi çevre illerde de yoğun bir şekilde hissedildi. Depremin ardından Türkiye Afet Müdahale Planı (TAMP) devreye alınarak afet grupları harekete geçirildi. Bu deprem, şehirde yaşayanlar üzerinde büyük bir korku ve endişe yaratırken, aynı zamanda altyapı ve hazırlık eksikliklerini de gündeme getirdi. Şehirciliğin, dikey değil yatay mimarinin, doğaya nefes almak için bırakılması gereken ormanlık alanların ne kadar gerekli olduğunu usulca fısıldadı doğa ana. Her yıkılan ağaç, insanın geleceğinden çalınan bir nefes… Kol kola yaşamayı seçmeliyiz. İnsanlar dikey mimari içinde, 2+1 tabutlarında ölümü beklememeli…

Doğa bir kere daha bizi uyardı… “Benimle inatlaşmayın!” Bu inatlaşma devam ederse zira kaybeden biz olacağız. Doğa, insanın en büyük öğretmenidir; ama derslerini sert bir şekilde verir.

Bufalo avcıları doğayı doğrudan sömürürken, İstanbul’da yanlış kentleşme doğanın etkisini dolaylı olarak artırdı. İkisinde de insan, kısa vadeli çıkarlar için uzun vadeli riskleri görmezden geldi. 

İstanbul, tarihten bugüne deprem riskiyle yaşayan bir şehir. Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın yakınında yer alması, bu riski sürekli kılıyor. Geçmişte, 1766 ve 1894 gibi büyük depremler şehri derinden etkilemiş ve deprem bilincinin oluşmasına katkıda bulunmuştu. Ancak, bu son deprem gösteriyor ki, modern İstanbul hala bu tehdide tam anlamıyla hazır değil.

Deprem, İstanbul’da yaşayanlarda derin bir etki bıraktı. Sosyal medyada paylaşılan yorumlar, halkın hem korkusunu hem de şehir yönetimine yönelik eleştirilerini yansıtıyor. Örneğin, bir kullanıcı “bir tane bina yıkılmadı trafik kilit, GSM operatörleri çöküyor, insanların toplanacağı alan nerdeyse yok denecek kadar az” diyerek altyapının yetersizliğine dikkat çekti. Bir başkası ise “Türkiye kavga etme zamanı değil, İstanbul sallanıyor, siyasette kavga etmek yerine neler yapmalıyız, depreme hazır değiliz, herkes çok etkilenecek” şeklinde yazarak deprem hazırlığının önemini vurguladı. Bu tepkiler, depremin fiziksel etkilerinin ötesinde, şehirdeki organizasyon ve bilinç eksikliğini de ortaya koyuyor.

Bu tür olaylar bize şunu hatırlatıyor: Deprem, kaçınılmaz bir gerçek ve buna hazırlıklı olmak zorundayız. İstanbul’un binalarının büyük bir kısmı hala depreme karşı güvenli değil. Acil durum planlarının etkinliği, iletişim ağlarının sağlamlığı ve toplanma alanlarının yeterliliği gibi konularda ciddi eksiklikler var. Deprem sonrası trafik kaosu ve iletişim sorunları, bu eksikliklerin ne kadar kritik olduğunu gösteriyor.

Yetkililerin, bu depremi bir fırsat bilip altyapıyı güçlendirme ve halkı bilinçlendirme çalışmalarına hız vermesi gerektiğini düşünüyorum. Sonuç olarak, İstanbul’da yaşanan bu deprem, hem bir korku kaynağı hem de bir ders olmalı. Depremlerle yaşamayı öğrenmek zorundayız ve bu, ancak kolektif bir çabayla mümkün. Umarım bu olay, daha büyük bir felaket gelmeden önce gerekli adımların atılmasına vesile olur. İstanbul, bunu hak ediyor. 

Doğayla barış yapmalıyız. Çünkü insan, doğanın efendisi değil, misafiridir; misafir ise ev sahibine saygı gösterir.

Sürdürülebilir kaynak kullanımı ve depreme dayanıklı kent planlaması, bu savaşın sonu olabilir. Aksi halde, "Butcher's Crossing"deki boş ovalar ve İstanbul’daki yıkıntılar, geleceğimizin aynası olacak.