Yaren geldi…
Birçoğumuzun bildiği bir sadakat ve dostluk hikâyesi Âdem Amca ile Yaren’in dostluğu...
Yıllardır bana, baharın gelişini cemreler değil Yaren’in gelişi anlatıyor. Filmlere konu olacak bu olay Bursa ili Karacabey ilçesinde bulunan Uluabat gölü çevresinde gerçekleşiyor. Her yıl düzenli olarak Afrika’dan çıktığı zorlu yolculukta dostluk kurduğu Adem Amca’ya uğrayan Yaren leylek, bize ahde vefanın ne olduğunu o kadar güzel anlatıyor ki… Bu yıl, Yaren’den önce Yaren leyleğin eşi gelip kondu geçen yıldan bu yana onları bekleyen çerçöpten oluşan, ancak ve lakin dünyanın en güzel yuvasına. Bu arada ilk yıllarda Yaren’in bir sevdiceği yoktu.
Âdem Amca kadim dostu geldiğinde; ona balık ikram eder, birlikte köhne kayıkta balık avına çıkarlar, baharı ve dostluğu birlikte kucaklarlar. Bu kadim dostluk hikâyesi 14 yıldır devam ediyor ve umarım uzun yıllarda devam eder. Ne yalan söyleyeyim, Yaren’in gelişi biraz gecikti mi içime bir endişe düşer, “Ya başına bir şey geldiyse?” şükür ki bu sene de geldi, şükür ki bu sene de içim ısındı.
Gökyüzünü Aşkla Durduran Aşk…
Tunceli’nin sakin tepelerinde, güneş alçalıp ufku amber ve altın tonlarıyla boyadığında, insanın içini parçalayacak başka bir hikâye filizleniyor. İki leylek, elektrik direğinin üzerindeki mütevazı yuvalarında, solgun bir ışık huzmesinde beliriyor. Dünyanın bazen çok geniş, çok acımasız geldiği bir yerde, narin bir durak.
Anadolu’nun rüzgârlarında fısıldanan bu hikâyeler, sadece kuşların değil, sevgi, sadakat ve dost kalmanın, sessiz cesaretinin bir ilahisi.
Yıllar önce bir leylek Tunceli kırsalında, yaralı ve göç edemeyecek kadar hareketsiz kalmıştı. Ama diğeri ah, diğeri arkadaşını bırakamadı gittiği yoldan geri döndü ve altı yıldır yaralı arkadaşı ile birlikte aynı yuvada yan yanalar…
Biri uçamıyor, diğeri onu terk edemiyor…
Aynı gökyüzünü, aynı yuvayı, aynı kalp atışını paylaşıyorlar. Her gün insan kötülüğüne şahit olduğumuz haberlerde o kadar saf bir sevgi ki leyleklerin bize yaşattığı duygular. Kırılgan hayallerimizin bir yansıması gibi. Aşk mı dostluk mu olduğunu bilemediğimiz hikâyenin iki kahramanı bize öyle bir ders verdi ki: Sevgi, hangi isimle anılırsa anılsın, kalbin en derin yerinden gelir ve hiçbir sınır tanımaz.
Diğer leylekler yaralı leyleği bırakıp giderken o neden geri döndü? Neden her yıl Yaren, Âdem amcayı ziyaret ediyor? Acaba aklından neyi geçirdi ve yılladır diğer leyleği neden yalnız bırakmıyor?
Birçok soru işareti barındıran bu güzel hikâyelerin aslını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, ancak yaşanılan olaylar bizlerin yüreğini ısıtırken bir taraftan da öyle güzel dersler veriyor ki.
Bu seçimlerin ağırlığını hayal ediyorum ve Nazım Hikmet’in dizeleri kulaklarımda yankılanıyor: “Dünyada aşkın en güzel hali, bir kuşun kanadında taşınır; sessiz, usulca, ama sonsuza dek.” Bu leylekler, uzun boyunlarıyla, zarif kanatlarıyla o şiiri yaşıyor. İnsan sözleriyle, vaatleriyle bağlı değiller, ama sadakatleri her yeminden daha yüksek sesle konuşuyor. Sadakat sadece aşka ait değildir; bu leylekler, dostluğun, dayanışmanın ve bir varlığa olan bağlılığın da en yüce ifadesini sergiliyor.
Aklıma Türk halk türküsü “Leylim Ley” geliyor, Tunceli’nin vadilerinde hüzünlü bir melodiyle dolanan, ayrılığın acısını ve kavuşmanın sevincini taşıyan bir şarkı. “Leylim, leylim, sen bir tanesin / Gönlüm seninle doludur hep,” diyor. Geride yaralı kalan leyleğin şarkısı bu değil mi? Öyle derin bir sevgi ki, sessizliği dolduruyor, hayatta kalma içgüdüsünü durduracak kadar kararlı.
Bir dünyada, biz insanların sık sık tökezlediği, sevginin mesafe, zaman ve şüpheyle sınandığı bir dünyada bu leylekler, sadık kalmanın ne anlama geldiğini hatırlatıyor. Onlar sorgulamıyor, tereddüt etmiyor. Birinin yarası, diğerinin amacı oluyor ve birlikte, fedakârlığın ipliklerinden bir hayat örüyorlar. Altı yıl boyunca aynı gün batımlarını paylaşmak, o tehlikeli direkte fırtınalara dayanmak, dünya değişirken sabit kalmak sonsuz bir sadakat tablosu.
Geceleyin fısıldaşmalarını, rüzgârda tüylerin hışırtısını hayal ediyorum; sadece onların anlayabileceği bir diyalog. Belki Afrika’nın sıcak kumlarını, bir zamanlar geçtiği gökyüzlerini rüyalarında görüyorlar. Yine de burada kalıyorlar, aşkları göçün çekimine karşı sessiz bir isyan, en önemli olanı terk etmeyi reddetme. Bu hikâye içimi acıtıyor, Tunceli’nin alacakaranlığında, iki gölgeyi hayal ederken gözlerim doluyor.
Ve bizleri de düşünüyorum. Geride bıraktığımız sevgileri, taşıdığımız yaraları, gitmeyi mi yoksa kalmayı mı seçeceğimizi. Bu leyleklerin cesaretine sahip olabilir miyiz? Hayallerimizin, korkularımızın göçünden dönebilir, uçamayanın yanında durabilir miyiz? Onların hikâyesi bir ayna, dayanıklı bir sevgiye duyduğumuz özlemi yansıtıyor.
“Kalacağım, dünya değişse de” diyen bir sevgi. Aşk mı dostluk mu olduğunu bilemediğimiz hikâyenin iki kahramanı bize öyle bir ders verdi ki: Sevgi, hangi isimle anılırsa anılsın, kalbin en derin yerinden gelir ve hiçbir sınır tanımaz. Sadakat sadece aşka ait değildir; dostlukta, ailede, hatta doğanın kendi döngülerinde de bu leyleklerin sadakati gibi bir bağlılık bulabiliriz.
Fedakârlık mesafesizmiş onu öğretiyor bize leylekler. Zamansızmış sadakat bunu öğretiyor bize leylekler…
Bize sevmeyi öğretiyorlar: sessizce, kararlıca, ebediyen.