Uygarlık nedir? Tarih boyunca bu soruya verilen cevaplar çeşitli oldu: Teknolojik ilerleme mi? Sosyal bağları güçlendiren yapılar mı? Yoksa sadece mimari eserlerle övünülebilecek bir miras mı? Ancak bir gerçek var ki uygarlık, salt görünür yapılardan ibaret değil; o, insanın ruhunda yankı bulan bir adalet, estetik, empati ve dostluk duygusudur.

"Bir uygarlık, saraylarla değil, yüreklerle yükselir. Ve yıkılırsa, önce yüreklerden başlar." 

Geçtiğimiz yüzyılda dünyanın çeşitli noktalarında inşa edilen metropoller, bu kavramı yeniden düşünmemizi zorunlu kıldı. İçinde yaşadığımız ışıltılı şehirler bize “uygarlık bu mu?” dedirtti. Gökdelenlerin ışıltısı altında kaybolan çocuklar, kağıt toplayan anneler ve şehrin koşuşturmasında sessizce kaybolan ruhlar... Bu tablo, uygarlığın sadece bir yüzünü temsil ediyor olabilir mi?

Roma İmparatorluğu, uygarlığın bir sembolü olarak tarihte derin bir iz bırakmıştır. Ancak Roma’nın çöküşü bize bir gerçeği hatırlatıyor: Adalet ve eşitlikten uzaklaşan bir sistemin mimarisi ne kadar etkileyici olursa olsun, ruhu eksikse yok olmaya mahkûmdur. Kolezyum’daki gladyatör dövüşlerinden, köle emeğine dayalı ekonomiye kadar uzanan bu örnekler, uygarlığın gerçek yüzünün ne olmadığını gösteriyor.

Tarih tekerrür ediyor gibi. Modern toplumların ekonomileri küresel sermaye ile inşa edilirken, bu sermayenin kökeninde kimlerin emeğinin sömürüldüğü sorusu göz ardı ediliyor. Afrika’nın yer altı zenginlikleri, Asya’nın ucuza çalışan fabrikaları ve Latin Amerika’nın tarım alanları, modern Roma’nın taşlarını oluşturuyor. Ancak bu yeni Roma da, eski Roma’nın hatalarından ders çıkarmış gibi görünmüyor.

      "Tarih, yalnızca hatırlayanlar için ders olur. Hatırlamayanlar, onu tekrar yaşar."

Bir toplumun uygar olarak nitelenmesi için yalnızca teknolojiye ve göz kamaştıran yapılara ihtiyacı yoktur. Adalet, empati, sanat ve sadakat bu dengenin şartlarıdır. Adalet, bireylerin hakkını teslim ederken; sanat, o bireylerin ruhunu besler. Sadakat ise bireyleri bir arada tutar, dostluk ve sevgi bağlarını güçlendirir.

Şehirlerin çeperlerinde unutulan varoşlar, sanayi dumanıyla kaplanmış semalar, kapitalizmin ışıltısında sönen umutlar… Bunlar, bugünün ‘modern’ uygarlıklarının adı konmamış çöküş belirtileri olabilir mi? Aynı zamanda insanların doğal yaşamdan kopuşuyla beraber, bu mekanik ve duygusuz düzende ruhsal çöküşlerin yaygınlaştığını da göz ardı edemeyiz.

Doğa, insana yalın bir yaşam sunar; gereksiz kalabalıktan, yapay hızdan uzak bir sakinlik. Bu sakinlikte dostluk, sadakat ve sevgi gibi insanı özüne döndürecek değerler can bulur.

"Sadakat, bir köprüdür. Geçmişten geleceğe kurulur ve yıkıldığında nehirler taşar."

Geçmişin pastoral hayatlarını anımsayanlar bilir ki, bir köy meydanında paylaşılan bir ekmek, bir meşeden yapılan sıcak bir sohbet, insanı bir arada tutan şeydir. Belki de uygarlığı yeniden inşa etmek için, o yalın dostluklara, çıkar gütmeyen sadakatlere geri dönmeye ihtiyacımız var.

Geçmişten öğrenip geleceğe bakmanın tam zamanı. Bir toplumun ölçütü, en zayıf halkasının ne kadar iyi durumda olduğuyla belirlenir. Norveç’in eğitim politikaları, Japonya’nın afet yönetimi, Yeni Zelanda’nın çevre bilinci, hepimize örnek olmalı.

Uygarlık, gökdelenlerin ötesinde bir kavram. O, insanın insana olan sorumluluğundan, doğayla kurduğu dengenin naifliğinden ve dostluk, sadakat gibi değerlerin öneminden doğar. Şimdi, gölgelerden çıkıp bu dengeyi ve bağları yeniden inşa etme zamanı. Belki de gerçek uygarlık, ancak o zaman filizlenecek.

Çünkü asıl uygarlık insanın içinde yeşerttiği tohumlardan ibarettir. İçinizde yeşeren tohumları iyi besleyin ya özgürleşeceksiniz, ya da özlem duyacaksınız. Seçim sizin…