Türkiye, yabancı sermayeye yoğun olarak Özal döneminde kapılarını açtı.

Özellikle özelleştirme atağı, bu oluşumu daha da cazip hale getirdi. Otomotiv firmaları birer ikişer Türkiye’de fabrikalar kurdular. Bankaları satın aldılar, büyük holdinglere ortak oldular ve biraz da yiyecek içecek sektörüne girdiler.

Bu süreci kapitülasyonlara benzetenler oldu. Yabancı sermayeye çok ucuza satışlar yapıldığı iddia edildi.

Bu bahar havası 20 yıl kadar devam etti.

Ülkedeki ekonomik istikrarsızlık, burada büyük yatırımlar yapan o yabancı sermayedarları rahatsız etmeye başladı. Bir de onların “Ucuz işçi” beklentisine zaman içinde cevap verilemeyince umutlar tükendi.

Önce otomobil üreticileri kaçtı, sonra diğerleri. Ve en son da KFC ile Pizza Hut.

Sayıları çok değil ama istihdam hacimleri büyük bunların. On bin kişi çalıştıranları var. Oturup tartışmadan, dertlerini anlatmadan, sessizce alıp başlarını gittiler.

Küresel sermayenin en büyük artısı ülkeye getirdiği paradan çok buradaki istihdam politikasıdır. Sadece bir kola markasının dolaylı olarak 30 bin kişiyi istihdam ettiği biliniyor. 

Peki, bu yabancı sermayeyi Türkiye tutabilir mi?

Güven verirse evet.

Güven nedir?

Bu, ülkenin ekonomik istikrarıdır. Dış politikasındaki tutarlılıktır. Sunulan fiziki imkanlardır.

Yabancı sermayenin Türkiye’deki hacmi 8 milyar dolar. Firma sayısı da geçen yıla kadar 3329 idi. Ancak 2024’ün ilk çeyreğinde; bir önceki yılın aynı dönemine göre bu hacimde yüzde 45.8’lik bir azalma oldu. Firma sayısı 2100’e indi. En büyük pay yüzde 16 ile Hollanda, sonrasında yüzde 16 ile ABD ve yüzde 10 ile Norveç geliyor.

Bu alanda kafa yormak, doğruyu bulmak ve çıkarlarımızı nasıl koruruz, ona karar vermek hükümetin önceliği olmalıdır.

Kolaycılık değil çaresizlik

Çoğu belediye, bir yıl önce selefinden borçlu, kadrosu şişirilmiş bir bünye teslim aldı.

Bu yüzden hala toparlanabilmiş değiller. Özellikle vergi ve prim borçları vaktinde ödenmediği için taşınmazlarını satıyor, işçi çıkarıyorlar. Hükümet, onların bu çaresizliğine hiç aldırmaksızın bu borçlarını, İller Bankası’nın gönderdiği paradan keserek daha da eziyor.

Çarkın dönmesi lazım. 

Belediyeler de başlıyor esnafa, vatandaşa ceza yazmaya. Gözünün üstünde kaşın var diye ha babam ceza kesiliyor. Mühürlemiyorlar. Çünkü bir daha ceza kesmek için ellerinde koz olsun. Bu yüzden belediye ile vatandaş ister istemez karşı karşıya geliyor, yakınmalar başlıyor.

Cezanın ille de gerçekçi bir gerekçesi olması gerekmiyor. Asıl sorun da bu zaten. Laf olsun diye toplanan paralar çarkı biraz döndürüyor ama belediye ile vatandaş arasındaki mesafeyi de açıyor.

Bu döngü, aslında Maliye’nin de aynı sıkıntıyı yaşamasından kaynaklı. Bütçe açığı her gün arttıkça, tahsisler azalıyor ve döngü devam ediyor.

Bu nereye kadar devam eder.

O ise hiç  bilinmiyor.

‘Devlet Baba’ya ne oldu?

Bizim Osmanlı’dan başlayan geleneğimizdir:

‘Devlet Baba’ deriz. Karnımız tok, sırtımız pekse hiçbir şeyi dertlenmeyiz. Bunun nedenini de ‘Devlet Baba’ya bağlarız.

Ancak bu geleneğimiz artık eski canlılığını korumuyor.

Aynı baba, bize bizi mutlu edecek bir hukuk, eğitim, güven, siyasi istikrar, ekonomi gibi alanlarda beklentilerimizi sunmadığı için, yani karnımız aç, sırtımız pek değilse biat edeceğimiz o gücün sıfatı da tartışılıyor oluyor.

‘Devlet Baba’, köşesine çekilmiş ‘Devlet Dede’den farksızdır artık.

Ta ki silkinip “Durun bir hele” diyebilinceye kadar…